1 Eylül 2016 Perşembe

Sullivan's Travels (1941, Preston Sturges)


Roscoe Arbuckle ve Charles Chaplin The Rounders'da (1914)
Charles Chaplin’in 1910ların ilk yarısında kendisiyle kısa sürede özdeşleşen Serseri (The Tramp) karakterini nasıl oluşturduğuna dair varsayımlar mevcut. Ben bir belgeselden öğrendiğim şu rivayeti hem akla, hem de kalbime yatkın buluyorum: Chaplin bir film setinin soyunma odasında sırf zevzekliğine diğer komedyenlerin kıyafetlerini üzerine geçirip denemektedir. Dar bir ceket, bebek beşiği gibi pabuçlar ve Amerika’nın –o dönem- sevgilisi olan komedyen Roscoe “Fatty” Arbuckle’ın pantolonu. 



Roscoe Arbuckle (1887-1933)

Her ne kadar lakabından hiç hazzetmese de göz ardı edilemeyecek bir ağırlığa sahip olan dünya tatlısı Arbuckle, genç Chaplin’e akıl hocalığı yapmasının yanı sıra halihazırda vodvilci bir aileye doğmuş olan Buster Keaton’ı da sahneden perdeye taşıyan isimdir. Fakat maalesef sinema tarihine bıraktığı iz bunlardan ibaret olmayacaktır. 1921 yılında Arbuckle’ın adı korkunç bir Hollywood skandalına karışır. Henüz dağlara taşlara HOLLYWOODLAND yazılmasına iki yıl olsa da Hollywood doğurduğu yıldızları söndürmeye, ünlüleri ünleri içinde boğmaya başlamıştır bile. Aslında skandallar ardı ardına gelmektedir ama Deniz Seki misali günah keçisi olarak Roscoe Arbuckle seçilmiştir. Amerikan sinemasının ilk kurban olarak kamptaki şişmanı/gözlüklüyü seçmesi sandığımızdan çok daha köklü bir gelenek sanırım.


Öpüşmek Yasak (1964)
Arbuckle’ın masumiyeti çok geçmeden kanıtlanır ve beraat eder ama halkın nazarında artık bitmiştir. Oysa ne denli büyük olursa olsun tek bir günah keçisi ne halkın ne de endüstrinin dişinin kovuğuna yeter. Arbuckle’ın karıştığı skandal sansüre giden yolda bir kırılma noktası olur fakat yalnız bu tür skandallar değil, filmlerin kendisi de halkın hassasiyetlerini incitmektedir. Yeni mecra yaldır yaldır keşfedilirken sınırları zorlanan toplumsal normlar her eyalette farklı sansür pratikleriyle karşılaşmaktadır ve endüstrinin kodamanları asıl merkezî bir müdahaleden çekinmektedir. Onlar da böylesi bir müdahaleyi önlemek için Louis B. Mayer öncülüğünde bir araya gelerek kendi işlerini kendileri görür ve Will Hays’i göreve davet ederler. Böylece evli çiftlerin “bile” ayrı yataklarda yatmasını, kadınların içki içerken gösterilmemesini, üç saniyeden uzun süre öpüşülmemesini ve daha nice inciyi şart koşan Hays Yasası uygulamaya konmuş olur. Cary Grant ve Ingrid Bergman’ın Notorious’un (1946) en hararetli sahnelerinden birinde bir öpüşüp bir durmalarının nedeni de manyak olmaları değil söz konusu yasanın etrafından dolanmaya çalışmalarıdır (Burada Hitch’e bir şepke!). 

Notorious (1946)

Bunları anlattım çünkü annesi bir kozmetik patronu olan Preston Sturges’ın kesintisiz üç saniye boyunca öpüşülmesinin yasak olduğu sinema endüstrisine adım atmadan evvel henüz anne mesleğiyle uğraşırken öpüşmeye dayanıklı ruju (mutaassıp Türkçemizde kalıcı veya çıkmayan ruj olarak geçer) icat etmiş olmasını son derece eğlenceli buluyorum.

“Bu film, bizi güldürenlerin anısına sevgiyle; çabalarıyla yükümüzü biraz olsun hafifletmiş olan, her dönem ve her ulustan rengarenk şarlatanlara, palyaçolara ve soytarılara ithaf edilmiştir.”


Büyük Buhran’ın etkileri hâlâ sürmekteyken İkinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği yıllarda çekilen Sullivan’s Travels bu ithafla açılır. Yazık ki bu sevgi dolu selamı kesinlikle üzerine alınması gerekenlerden biri olan Roscoe Arbuckle’ın tam kendi adıyla filmlere geri dönmekte olduğu günlerde kalbine yenik düşmesinin üzerinden neredeyse 10 yıl geçmiştir. Buster Keaton, Stan Laurel ve Oliver Hardy, Harold Lloyd, Marx Biraderler ve hatta Charles Chaplin bile en parlak günlerini geride bırakmışlardır. Beş parasız halde Amerika’ya gelen Avrupalı göçmenlerin hırslarını ve hayallerini harmanlayarak kurduğu Amerikan sinema endüstrisinin yine cebinde beş parası olmayan kitleleri yatıştırmaya yaradığı bir gerçek ise, işte bu film de bunu olanaklı kılan oyunculara ithaf edilmiştir.

The Immigrant'tan (1917) bir kare





















Sullivan’s Travels ismi Jonathan Swift’in Gulliver’s Travels adıyla bilinen 1726 tarihli kitabına göz kırpar. Filme adını veren ana karakter John “Sully” Sullivan (Joel McCrea) varlıklı bir aileye doğmuş, iyi okullarda okumuş, eli sıcak sudan soğuk suya girmemiş bir adamdır. Kendisiyle eşit şartlara sahip olmayan kitlelerin ezici yaşam koşullarını unutmalarını, kendi gerçekliklerinden kaçmalarını sağlayan hafif komedi filmleri çeken başarılı bir Hollywood yönetmenidir. “Sully” isminin asık suratlı anlamına gelen “sullen” sözcüğüyle ses benzerliği belki tesadüftür ama filmin sonuna kadar yüzü gülmeyen bu komedi yönetmeni için bir o kadar da uygun düşen bir isimdir... sanki. Çok mu uçtum?

L'arrivée d'un train en gare de la Ciotat (1895) "seyirciler sahiden tren geliyor sanmışlar da panik içinde kaçışmışlar" efsanesiyle anılmakla birlikte bu efsanenin yaygınlığının daha ziyade Lumiere Kardeşlerin sansasyon yaratma ve pazarlama yeteneklerinin ürünü olduğu da söylenmektedir. 




---SPOILER---

Film, hareket halindeki bir trenin üzerinde dövüşmekte olan iki adamla açılır ve az sonra (yine film endüstrisinin kendine baktığı Sunset Blvd. (1950) filminin, havuzda yüzüstü yatan baş kahramanla açılmasını anımsatırcasına) “The End” yazısı görülür. Işıklar açılır ve gösterim odasında film izleyen bir sinemacı tayfasıyla birlikte olduğumuzu anlarız. Kameranın gözü açılır açılmaz tren görmesi de anlamlıdır çünkü Lumiere’lerin Ciotat Garı’na giren treninden (1895) tutun da Edwin S. Porter’ın –tarihin ilk westerni sayılan- The Great Train Robbery’sine (1903) kadar ilk dönem filmlerde bir tren hep vardır çünkü sanayi devriminin en edebi unsurlarından biri olan tren uygar toplumsal yaşamın da ayrılmaz bir parçası olmuştur. Nitekim film boyunca kendi gerçekliği olan Hollywood’dan kaçmaya çalışan Sullivan’ı “tıpkı yerçekimi gibi” alıp alıp buraya geri getiren de yine bir trendir.
Sullivan “eğitsel bir mecra” olarak gördüğü sinemayı artık toplumsal mesajı olan; yoksulluğu ve sömürüyü gözler önüne seren filmler çekmek için kullanmak istemektedir. Bu amaçla perdeye uyarlayacağı kitap bile bellidir: (Upton Sinclair, Sinclair Lewis ve John Steinbeck isimlerinin bir amalgamı olan) Sinclair Beckstein’in O Brother, Where Art Thou? adlı kitabı. Yani Coen Kardeşler’in 2000 tarihli filmlerine doğrudan ismini veren kitap!

O Brother, Where Art Thou? (2000)

Sullivan kariyerinde almak istediği bu sert virajı yapım şirketinin yöneticilerine açtığında pek coşkuyla karşılanmaz. Ticari olarak kötü bir fikir gibi görünmesi bir yana, kendisi hiç zorluk içinde yaşamamışken nasıl zorluk ve sefalet içinde yaşayanları gösterecektir? Sullivan yöneticilerine hak verir ve evsiz kılığına girerek cebinde 10 cent’le yollara düşeceğini, bu yolla gözlem yapacağını duyurur. Keşif yolculuğunun daha ilk gününde, Hollywood’da tutunamamış ve evine dönmeyi düşünen bir aktrisle (Veronica Lake) tanışır. Kadın onun evsiz olduğuna inanmış ve ona kahvaltı ısmarlamak istemiştir. Bu iyiliğin altında kalmak istemeyen Sullivan gerçek kimliğini aşikâr eder ve ona yardım etmek istediğini, hatta onu Lubitsch’e önerebileceğini söyler ama kadının tek istediği Sullivan’a bu keşif yolculuğunda eşlik etmektir. Kontrollü bir şekilde (yani çok bunaldıkları zaman Sullivan’ın malikânesine geri dönerek bol köpüklü duşlar alıp şampanyaları yuvarlamak suretiyle) yollara düşerler. Bu yolculuk sırasında yakınlaşırlar ama alabildiğine uzak bir yakınlaşmadır bu. McCrea’nin Lake’le hiç anlaşamamasının bu uzaklık duygusunda payı var mıdır bilmiyorum fakat filme gerçekçilik katan etmenlerden biri olduğunu düşünüyorum. Aralarındaki kimya (yokluğu) sağ olsun seyirciyi orasından burasından kalpler ve çiçekler fışkıran bir aşka maruz bırakmaz.

"Bana Lubitsch'i bağlayın hemen!" (Yok canım, demiyor öyle bir şey. Sen kimsin ibibik?)

Filme içkin gerçekçilik duygusu kendini yalnızca bu cool aşkta göstermez. Sturges evsizlerin yaşamını tasvir ederken melodrama yüz vermemekle kalmaz, din kurumunun muhtaçlara nasıl “yardım” ettiğini ve bu yardım karşılığında onları nasıl vaaz dinlemeye mecbur bıraktığını gösterirken dönemine göre son derece keskin bir bakış fırlatmaktadır. Bir o kadar “yüce gönüllü” Sullivan ise küçük macerasını sonlandırmadan evvel yoksullara gelişigüzel beşer dolar dağıtmaya kalktığında -en doğal bir şekilde- başı belaya girer. Kontrollü küçük macerası kontrolden çıkıp da başı sahici belaya girdikten sonra yaşadıkları, tahmin ediyorum 1941’deki sinema seyircisinin görmek isteyebileceğinden fazlasıdır. Geçici hafıza kaybı yaşayan Sullivan bir demiryolu çalışanını yaralamaktan yargılanır ve zalim bir adamın çiftliğinde ağır iş cezasına çarptırılır. Burada kendisi gibi onlarcası zulüm görmekte, insanca olmayan şartlarda çalıştırılmaktadır. Şimdi 1941’deki seyircinin hakkını yemeyeyim, ters köşeye yatıran senaryo bu noktada benim bile kalbimi sıkıştırdı, karabasan etkisi yarattı. Hafızası yerine gelir gelmez "siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?" minvalinde isyanı basan Sullivan bu isyanı karşılığında işkence gördükten sonra Aaahh Belinda’daki (1986) Müjde Ar misali yaşadığı kâbusu yeni gerçekliği olarak kabullenmeye başlayacak gibidir. Fakat ters köşe üzerine ters köşe gelir ve Sullivan filmin başında göstermeye ant içtiği toplumsal eşitsizliğin kaymağını seve seve yiyerek hakkında verilen hükümden sıyrılıverir. Sturges burada, Sullivan’ın geride kalan prangalı mahkûm arkadaşlarının kendisinden daha ağır suçlar işlemiş oldukları bilgisini seyirciye çıtlatsa da bu, ortada bir adaletsizlik olmadığı anlamına gelmez. Bazıları diğerlerinden basbayağı daha eşittir.

Joel McCrea, Veronica Lake'ten o kadar hazzetmez ki ertesi yıl çekilen I Married a Witch'te (1942) Lake'in karşısında başrol oynaması teklif edildiğinde rolü reddeder.  (Kaynak: IMDB Trivia)
Öte yandan, o yıllarda siyahların sinemada temsili bakımından bu filmden daha insan bir gözle karşılaştığımı hatırlamıyorum. 1941 yılındayız. Rosa Parks’ın otobüse binmesine daha 14 yıl var ve Ku Klux Klan’ı “trajik bir gereklilik” olarak gören bir romanın film uyarlaması sinema tarihinden rüzgâr gibi değil, bir kasırga yaratarak geçeli daha iki yıl olmuş. Hepsi de ağır iş cezası almış prangalı mahkûmların, daha doğrusu kölelerin haftada bir sinema hakkı vardır ve film gösterimi için -Sturges’ın etkileyici kamera açısıyla gördüğümüz üzere- yine ayaklarında prangalarla iki sıra halinde civardaki bir kiliseye götürülürler. Tamamen siyahlarden oluşan kilise topluluğu “kendilerinden daha talihsiz” olan bu insanları rencide etmemeye özen gösterir; mahkûmlar, acıların ortak olduğuna inanan bu toplulukla birlikte film izler ve hep birlikte ağız dolusu gülerler (Chaplin kendi filminin gösterilmesine izin vermediği için bir Pluto çizgi filmi gösterilmiştir). Sullivan's Travels'ın gösterime girmesinden sonra dönemin NAACP (Siyahi İnsanların Gelişmesi için Ulusal Birlik) sekreteri Walter White, bu sekansta yönetmenin siyahlara yaklaşımından dolayı Sturges’a mektup yazarak ona teşekkür eder. Düşünün, bunun için teşekkür edilen bir dönemden bahsediyoruz.

"Ne dediydin, korkma bir şey olmaz mı dediydin sen?"
Veronica Lake ve ce-ee! model saçı

























Gelelim adı olmayan kadın Veronica Lake’e. Sturges filmde yalnızca “the girl” olarak geçen Lake’i kadroya almak için Paramount’a kafa tutmak zorunda kalmıştır çünkü Lake filmin çekimleri sırasında hamileliğinin son üç aylık dönemi içindedir. Hatta bebeği, yapımın tamamlanmasından tam bir ay sonra dünyaya gelir. Fakat Hollywood’un efsanevi kostüm tasarımcısı Edith Head boşuna efsane olmamıştır, Head’in tasarladığı kostümler sayesinde Lake’in hamileliği anlaşılmaz ve böylece Veronica Lake hayatının rolünü oynamış olur. Adı olmayan kadının damgasını vurduğu film afişi ise kimi listelerde en iyiler arasında yerini alır. 


























Kimilerine göre Sturges’ın kadına bir ad vermemiş olmasının nedeni yine endüstriyle kafa bulmasıdır. Her filmde mutlaka “bir kız” vardır. Bu da ilk dönemlerinde sinemayı bir sanat haline getiren isimlerden D.W. Griffith’in genellikle Godard’a atfedilen ünlü sözünü hatırlatır: “Bir film yapmak için ihtiyacınız olan tek şey bir kız ve bir tabancadır”. Veronica Lake işte o kızdır. Yüzünün önüne gelen dalgalı, ipeksi saçı ikonlaşır. Jessica Rabbit’in saçı ondan esinlenilerek yaratılır, L.A. Confidential’daki (1997) Kim Basinger’ın saçı ise doğrudan Veronica Lake’in “peekaboo” (ce-ee!) oynayan saçının taklididir. Göndermeler güzeldir. Bu anlamda filmin kendisi de rahat durmaz. Chaplin istediği kadar filminin gösterilmesine izin vermesin, Sullivan ile kadının evsiz kostümleri içinde The Kid’e (1921) selam çakmalarının önüne geçecek hali yoktur.




“Ben gülüyor muyum?”

Gone With The Wind’de (1939) Scarlett O’Hara ve Rhett Butler’ın arkasına yeni doğum yapmış Melanie Hamilton’ı attıkları bir at arabasıyla Atlanta’dan kaçmaya çalıştıkları sahnede alevler içinde çöken büyük bir bina görülür. 

Gone With The Wind'in (1939) çekilen ilk sahnesi, 10 Aralık 1938'de çekilen bu sahnedir. MGM akıl küpü olduğundan zaten imha edilmesi gereken eski dekorları yakar. MGM stüdyolarının sahiden yandığını sanarak paniğe kapılan civar sakinleri telefonları kitler. (Kaynak: IMDB Trivia)

Top Hat (1935)
(En gıybetli trivia bu filmde.)
Yaşadığımız dönem, bana, hiçbir CGI’a değişmeyeceğim bu dekorun yanarak çöküşünü anımsatıyor. İşte tam burada yönetmen Sullivan’a bağlıyorum. Bugüne kadar ısrarla içime sinmeyen bir konu vardı: Kaçınmacılık (escapism). Anlayıp da anlamadığım konulardan biriydi bu. 

Ne zaman ki adaletsizlik, savaş, terör, baskı ve korkuya kimyasal bir silaha maruz kalır gibi maruz kaldığımız günler ağırlaştı, kendimi Top Hat (1935) izlerken buldum. Astaire ve Rogers filmlerini oldum olası severim ama ilk defa yadırgadım. Oysa daha az yadırgadığım bir şeyi hep yapıyorum. Ne vakit içinde kısılıp kaldığım gerçeklikten kaçmak istesem bir Buster Keaton izliyorum. Kim bilir, belki de Keaton’ı hiç gülmediği için yadırgamıyorum ama ben ona çok gülüyorum (Keaton’ın gülmeme politikasının amacı da bu zaten). Sullivan’ın dediği gibi “insanları güldürmek konusunda söylenecek çok şey var. Bazı insanların sahip olduğu tek şey bu. Belki fazla bir şey değil ama bu boktan dünyada hiç yoktan iyidir."

"Ahhahah, çok da şeyapmamak lazım!"
Bu arada Sullivan’ın uşağı filmin daha en başında “Yoksullar yoksulluğu zaten bilir, bu konuyu göz alıcı bulan yalnızca korkunç zenginlerdir” diyerek, hevesli yönetmeni girişiminin beyhudeliği konusunda uyarır (Patronuna sınıfsal ayar veren uşaklar serisinden Ninotchka’daki (1939) uşağı da buradan sevgiyle anıyorum). Sullivan da Sturges da yola gelmiş gibi görünür. Peki buna gerçekten de ikna olmuşlar mıdır? Gülmeyi ve güldürmeyi ciddiye alan insanların dünyayı değiştirmek gibi bir dertleri olmadığını ve değiştirmediklerini söyleyebilir miyiz? Kafamda deli sorular.

Her halükarda Preston Sturges bu filmde seyirciye birden fazla janrın yanı sıra üzerine düşünülebilecek bir fikir, son derece zekice yazılmış seri diyaloglar ve keyiften gülümseten kamera açıları veriyor.

Bundan sonrası için planım, David Thomson’ın tavsiyesini dinleyerek, “yalnızca birkaç yıl için Hollywood’un en sivri ve en komik adamı” olmuş Preston Sturges’ın 1940-1944 yılları arasında çektiği, Amerikan satirinin klasikleri haline gelmiş o yedi filmi izlemek.

Buster Keaton

İlgilisine:

http://www.imdb.com/title/tt0034240/?ref_=ttqt_qt_tt
http://thefilmspectrum.com/?p=18869
http://www.independent.co.uk/arts-entertainment/films/features/for-a-few-years-he-was-the-sharpest-funniest-man-in-hollywood-281347.html
http://www.indiewire.com/2015/08/criticwire-classic-of-the-week-preston-sturges-sullivans-travels-130574/
http://www.nytimes.com/2005/04/01/movies/sturgess-travels-a-screwball-tale.html?_r=0
http://www.pbs.org/wnet/americanmasters/preston-sturges-about-preston-sturges/713/
http://www.tcm.com/this-month/article/92527%7C0/Sullivan-s-Travels.html
http://www.thecinetourist.net/a-girl-and-a-gun.html
http://www.filmsite.org/sull.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder