1 Ekim 2016 Cumartesi

The Miracle of Morgan's Creek (1944, Preston Sturges)



Filmin Ocak 1944'te gösterime girmesinden yola çıkacak olursak sene 1943. Hiroşima ve Nagazaki henüz yalnızca yer isimleri. Ankara'da Gençlik Parkı açılıyor. İsmet İnönü, Churchill ve Roosevelt'le görüşme halinde. Varlık Vergisi'ni ödeyemeyenler Aşkale'ye gönderiliyor. İstanbul'da tifüs salgını var. Kapalıçarşı yanıyor. 

Aralık ayında Şehir Tiyatrosu'nda Reşat Nuri Güntekin'in romanı Yaprak Dökümü sahneye konuyor. Türkiye sineması savaş koşulları nedeniyle o yıl yalnızca iki film çıkartabiliyor. Savaş her şeyi olduğu gibi ülke sinemasını da etkiliyor. Öncesinde Avrupa ve Amerikan filmleri ülkeye eşit sayıda gelirken Avrupa filmleri gelmez oluyor. Amerikan filmleri ancak Mısır yoluyla Türkiye'ye girebiliyor ve Mısır sinemasını da peşlerine takıp getiriyorlar. Halk kendisine "Holivut"tan daha yakın bulduğu bu sinemayı bağrına basıyor (Nijat Özön, Türk Sineması Tarihi 1896-1960). Böylece Mısır sineması; Türkiye sineması, televizyonu ve dizileri üzerinde yıllarca etkisini sürdürecek bir iz bırakıyor. 

---SPOILER---

O sırada Preston Sturges "acaba şöyle bir film çeksem nasıl olur" diye düşünüyor: Cepheye gidecek genç ve yakışıklı birlikler, hemen öncesinde küçük bir kasabada konaklamış olsunlar. Eh askerlerimizi eğlendirmek, savaşa moralli yollamak vatan borcu. Sabaha kadar dans etmeli, hepsini öpücüklerle uğurlamalıyız. Hah işte, bu kasabada bir de büyük kızı Trudy (Betty Hutton) ve küçük kızı Emmy (Diana Lynn) ile birlikte yaşayan bir Mr. Kockenlocker (William Demarest) var. Emmy 14 yaşında, bilgiçliğiyle biraz Lisa Simpson'ı andırıyor (o da müzik aleti çalıyor). Trudy yaşça büyük ama bir reşit değil. Trudy'nin birlikte büyüdüğü Norval Jones (Eddie Bracken) ona kendini bildi bileli aşık ama Trudy oralı değil. Sonuçta Norval, Sean Penn'i andırsa da bir Clark Gable değil, o yüzden batasıca dünyamızda sevilmeye layık olduğunu kanıtlamak için bir şeyler yapması gerekiyor.



Filmin başında Betty Hutton'ın bir şarkıya play back yaptığı güldürüklü sahne

Trudy bir gece vatani görevini yapmak bahanesiyle bir katalog dolusu üniformalı askerle dans ederken hem içmenin hem de kafasını avizeye vurmanın etkisiyle gecenin bir kısmını hatırlamıyor. Seyircinin görmediği bir noktada kim olduğunu hatırlamadığı bir askerle evlenmiş, sevişmiş, sen bir de hamile kalmış mı! Ortada bir evlilik var ama belgesi yok (kendi ismini de gırgırına yanlış söylediği için kaydı bulunamıyor (evet, yanlış isimle de olsa evlilik akdi geçerliymiş)). Belge yok, çocuk var. Norval bunu bir kahramanlık fırsatı, aşkını ve yüce gönüllülüğünü ispat etmek için bir şans bilerek onu "kurtarmaya" çalışıyor ama işler iyice sarpa sarıyor. Zaten filmdeki bütün parlak fikirler her nasılsa hep erkeklerden çıkıyor.

"Şşş... Ne sen prenssin, ne de ben prenses. Pelerinini de alıp şuradan git" diyemedi ya la.

Sonra inanmazsınız her şey tatlıya bağlanıyor. Yani savaşın olanca hızıyla sürdüğü bir yılda bir kadın savaşı açıkça bahane ederek sayısız oğlanla eğleniyor (neticeyi saymazsak baya da güzel eğleniyorlar bu arada) ve bir noktada hamile kalıyor. Birincisi, tecavüzü ima edecek bir ipucu veriliyor mu diye dikkat ettim ama yoktu (Sonuçta tecavüz 2016'da bile bir güldürü unsuru olarak kullanılabiliyor). Yani Trudy'nın basbayağı keyfe gelip seviştiğini anlıyoruz. İkincisi, evlilik konusu olay örgüsünü çetrefillendirmeye yaramış ama olmasa da olurmuş. Muhafazakarların gazabına karşı bir salvo olabilir. Kocasız belgesiz evlilik, alın bunu gidin uzakta oynayın kendi kendinize.


"Her şeyi anlatacağım ama yemin et kimseye demeyeceğine. İki gözüm önüme aksın ki de."
Bana kalırsa filmde çok vurgulu bir ana fikir var: İkiyüzlülük. Hem de kendisini birden fazla şekilde ifade eden bir ikiyüzlülük. Filmi istediğin kadar evir çevir, her yerden ikiyüzlülüğe çarpıyor. Trudy'nin askerlere veda dansına gitmek için attığı tirat mesela. Hatun savaş halini açıkça kendi çıkarına kullanıyor. Fakat burada Trudy'yi vatan hainliğiyle suçlamak yerine savaş halini kendi çıkarına kullanan ve tirat bakımından Trudy'den geri kalmayan liderlere odaklanmak gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta Trudy kimseyi öldürmüyor.

İkinci ikiyüzlülük evlilik. Kiminle olduğu belli değil, belge yok. Öyleyse bu evlilik namus kurtarmaya yeter mi yetmez mi? Namusa halel gelmemesi için tam nasıl evli olmak gerek? Bir kasaba halkının çenesini kapatmak için nasıl evlenilmesi gerekiyor? Hangi format sizi mutlu eder?

Kasaba halkının ikiyüzlülüğünün yanı sıra kızların babası kızlara ar namus nutukları atmaya çalışıyor ama onlara 'gitmeyin' dediği yerlere kendi gidiyor. Bu arada film bekleneceği üzere cinsiyetçi "esprilerle" bezeli, hatta bir açıdan "kız çocuğunu başıboş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya" sonucu bile çıkarılabilir ama bana öyle geliyor ki o dangozluğun altında bir katman daha var. Demarest'in oynadığı "kız babası", kızlarına "sert baba"yı oynamaya çalışıyor ama örneğin ne zaman Emmy'yle çatışsa kıç üzeri düşen kendisi oluyor. O sahnelerde rasyonaliteyi temsil eden Emmy karakteri. Baba ise höt zöt yapayım derken ancak gülünç duruma düşüyor. Film sona yaklaştıkça iki karakter de (Emmy ve baba) olgunlaşarak uzlaşıyorlar ama sonuçta Sturges'ın çizdiği bu baba karakterini önemli buldum ben. Baba sürekli "kızın mı var derdin var" modunda gezse de eylem düzeyinde terör estirmiyor, iktidar anlamında -elinde tabanca tutarken bile- kendini kızlardan yukarıya koymuyor. Bir ana karakteri bu şekilde oluşturunca araya serpilen cinsiyetçi replikler de göstermelik gibi kalıyor (ya da ben öyle olduğuna inanmak istiyorum).



Filmdeki en bangır bangır ikiyüzlülük toplumun ve politikacıların ikiyüzlülüğü. Filmin sonunda artık her şey boka sarmışken Trudy'nin doğuma girmesiyle siyah beyaz film şeker pembesine dönüyor. Teoride evli de olsa ne idüğü belirsiz bir adamdan hamile, toplum baskısı nedeniyle kasabadan taşınmak zorunda kalmış ve ne idüğü belirsiz babanın peşine düşüp onu 6 ay aradıktan sonra bulamayıp geri dönen Norvalcığı yine gerisin geri hapsi boylayan Trudy altız doğurunca her şey birdenbire "mucizevi" bir şekilde değişiyor. Sanırsın ilk çağ, bir şenlik ateşleri eksik. Belediye reisi devreye giriyor, bu büyük olay şerefine Norval'ın cezası affedilmekle kalmıyor hayali olduğu üzere sırtına janjanlı bir de üniforma geçiriliyor (çünkü yaşasın militarizm), Trudy'nin teorik evliliği bir çırpıda iptal ediliveriyor, Norval'la evlendiriliveriyor, Trudy'nin babası terfi ettiriliveriyor ve bunların hepsi, karakterlerin başarmak için haftalar aylar yıllar boyunca uğraştıkları şeyler. Demek ki aslında her şey yalnızca önemli bir adamdan gelecek bir telefona bakıyor? Demek ki çektiğimiz onca çilenin anahtarı birilerinin iki dudağı arasında saklı? Demek uğruna cinayetler işlenen o genel ahlak, gücü elinde tutanın işine geldiği gibi yoğurabildiği bir oyun hamuru. Bak sen. 


Eddie Bracken (1915-2002) çekimler sırasında Betty Hutton'dan rol çalmak için epey uğraşmış diyollar.
Ahlak bekçisi ikiyüzlü toplum da sanki 20 yıllık komşusu Kockenlocker ailesini bir çırpıda silip atmamış, kasabadan kovmamış gibi onları bağrına basıyor, ulusal kahraman ilan ediyor. Toplumsal hafıza bir çırpıda yeniden yazılıyor. Aslında Trudy çok eğlendiği bir parti gecesinde hamile kalmadı, o Norval'ın iffetli eşi. Hem içinden 6 çocuk çıkarınca bonus olarak yüzüne nur da indi, kutsal Meryem'e bağladı. Hepimiz rahatladık. 


"Işık şefi nerde olm? Hangi açıdan inecek bu nur?"

Buradan film triviasına yumuşak geçiş yapabilirim. O sırada nüfuzu olan Catholic Legion of Decency, filmin reytingini "Olmaz olsun böyle film"den "Bazı yerlerde gözünüzü kulağınızı kaparsanız izleyebilirsiniz"e çekmek için değişiklik talep ediyor ve yönetmen bir gün boyunca revizyonları çekmekle uğraşıyor. 

Filmin sonunda vargücüyle devreye giren siyasi oportünizm, altız doğumunu yalnız ulusal değil uluslararası düzeyde bir reklam aracı olarak kullanıyor. Çeşitli ülke gazetelerinde haber manşetten veriliyor. Hatta haberi duyunca öfkeden kuduran, saçını başını yolan bir Mussolini ve bir Hitler görüyoruz çünkü Faşist İtalya ve Nazi Almanya'sı, ülkelerinin nüfuslarının artması için anneliği, doğurganlığı, doğurmayı teşvik etmekle meşguller (tanıdık geldi mi?). Savaş koşulları da olsa Allah rızkını verir. Artık karneyle marneyle. Sen fazla düşünme, doğur sadece. E bu durumda altız doğurmak büyük olay tabi. 

Filmde ülke gazetelerinin tepkileri montajlanırken Kanada başbakanına da yer verilmiş. Onun da nedeni şu: 1940ların en sansasyonel haberlerinden biri, Kanadalı bir ailenin beşiz sahibi olması. Doğal olarak altız haberi pabucunu dama atıyor. Kanada başbakanı da bunun üzerine "Possible, but not probable" ("Mümkün fakat muhtemel değil") diye demeç veriyor. Mesela yani. 

Filmin ilk dakikalarında beni en çok eğlendiren şey Sturges'ın eski filminden karakterlere çapraz referans yapması oldu. The Great McGinty'deki (1940) McGinty (Brian Donlevy) ve the Boss'un (Akim Tamiroff) o filmdeki rolleri aynen buraya taşınmış. Referans sevdiğim için çok eğlendim.




Konu gereği karakterler çoğu zaman gergin, Sturges karakterlerin birbirleriyle konuşurken sokak boyunca yürümelerini göstermeyi belki de bu sinirli ruh halini seyirciye vermek için istemiştir. Nedeninden emin değilim ama sonuçta o dönem için hayli zahmetli olan uzun takip planları ekibin canını çıkarmış. Altı kişi rayların üzerindeki kamerayı çekiyor, ses ekibi elinde mikrofonlarla onların peşinden koşuyor, ekibin bir kısmı da 300 metrelik kablo, ışık ve reflektörü taşımakla uğraşıyor. Sturges daha en başta, bu konularda kimseye sil baştan dert anlatmamak için, Sullivan's Travels'da (1941) birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni John Seitz'ı filme transfer etmiş. 


William Demarest (1892-1983) yönetmenin gedikli kadrosundan.

Filmin yapım aşamasına dair en ilginç şey temposu. Preston Sturges normalde çok mükemmeliyetçi bir yönetmen ama bu film çok fazla işin arasına sıkıştığı için çekim esnasında Sturges'ın stres seviyesi baya yüksekmiş. Stüdyonun sıkıştırmasına ek olarak mükemmeliyetçiliğinden ödün vermemesi de stresini artırmış olmalı. Hiç yapmadığı bir şey yapıp çekimlere yalnızca 10 sayfalık bitmiş senaryoyla başlamış (neden? çünkü çekime gününde başlanacak!). Her gün, gündüzleri 8 saat çekim yapıyor, geceleri de senaryoyu yetiştiriyormuş. Bir yandan başka işlere de yetişen Sturges'ın sinirleri en sonunda harap olduğundan sette en ufak şeylere patlar olmuş. Kız kardeşleri oynayan oyuncuları birkaç defa ağlattığı söyleniyor. 


Betty Hutton (1921-2007)
Diana Lynn (1926-1971)





















Zamanla yarışıyor ama mükemmeliyetçiliğinden de ödün vermiyor dedim ya. Mesela bütün günü kamerayla prova yaparak geçirmesine ve öğleden sonra 4.00'te elinde çekilmiş tek bir kare olmamasına stüdyo deli oluyormuş ama Sturges 4.00-6.00 arasında 11 sayfalık senaryoyu tak diye çekebiliyormuş ki bu NŞA 3 günlük çekim süresine denk geliyor imiş. IMDB Trivia'nın yalancısıyım, bana olabilir gibi geldi. 

Filmin "mucizesi" son anda belirlenmiş. Hikayeye hem bir anlatı çerçevesi vermesi hem de siyasi oportünizme geçirmek için McGinty'deki karakterlerini oturtmuş telefon başına. Evet, biraz aceleye getirilmiş duygusu geçiyor ama mesajı da alıyorsunuz. Hikaye de çözülüyor mu çözülüyor. Dahası durum evlilikle ne kadar çevrilmeye çalışılsa da "iffetsizlik" eden kadın "cezasız" kalıyor ki bu çok şaşırtıcı. Geçmiş geçmemiş yerli sinemamızda da, sansürcülerin gönlünü etmeye uğraşan eski Hollywood'da da "ahlaksızlığın cezasız kalmadığının gösterilmesi böylece halkın genel ahlakının güçlendirilmesi" esastır. Fakat görüldüğü gibi her zaman değil. 

"Israr etme Norval, seninle evlenemem. Ölürüm daha iyi."
"Gazı açıp intihar edeyim diyorum, ne dersin Norval?"
"Balım, ağzından yel alsın. İki eşliliğin nesi var allasen!"

Preston Sturges'ın filmlerinde kendi kişisel tarihinin izlerini sürmek mümkün görünüyor. Sistem eleştirilerini ince bir alaycılıkla döşerken evlilik-boşanma mevzuları (yine Reno muhabbeti oldu mesela, kendisinin de hızlıca boşanmak için gittiği yer) kendini tekrar ediyor. Altıncı filmde artık adını koyalım: Preston Sturges'ın evliliğe yaklaşımını beğeniyorum. Dönemin sansürcüleri, Katolikleri o kadar beğenmemiş ama bence dalgasını çok iyi geçiyor. Bigami (iki eşlilik) ile ilgili repliklerde baya baya "aman canım çok da şey yapmamak lazım" noktasına varılabiliyor. Sene 1943 diyorum. Bu adam bu filmleri nasıl yedirmiş hâlâ şaşıyorum. Kaliteli komedi yapması sayesinde olabilir. 















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder